Bu yılın haziranında “aykırı” bir akademik dergiden . Tam da o sıralarda Avustralya radyosunun ruhbilim ve sinirbilim konularına dair All in the Mind adlı programının, yayınlandı. Tabii hatalı bir görüşü dahi savunsalar onlara uygulanan bu baskı ve davranışlar yanlış ve üzücü. Ancak sormadan da edemiyorum: Gerçekten de aykırı ama doğru bir görüşü mü savunuyorlar, yoksa gerçekten de saçma sapan, gülünç tezleri mi var?
O programdan aldığım ilhamla aykırı bilim konusuna biraz daha değinmek istiyorum.
Öncelikle, aykırı bilim adamları konusu neden bu kadar önemli? Çünkü bütün dünyada kendi bilim görüşlerinin bilim topluluğunun kafa yapısına aykırı olması, yerleşik “paradigma”yı ya da maddi çıkarları tehdit etmesi nedeniyle bilimden dışlandığını öne süren birçok kişi var.
Tipik bir örnek yaratılışçılar: Geçen yıllarda yaratılışcıların üniversitelerde yer bulamamalarını “büyük bilimin [yani yerleşik bilimsel sistemin] onları haksız yere engellemesine” bağlayan bir film bile yapılmıştı. Sonradan bahsi geçenlerin hepsinin, fikirlerinden dolayı değil de bilimsel üretimsizlik nedeniyle kendilerine iş bulamadığı .
Örnekleri artırmak mümkün: Dünya’nın zaten uzaylılarca istilâ edilmiş olduğuna inanan UFO’culardan, mucizevi tedavi yöntemleri keşfettiklerini iddia eden şarlatanlara kadar…
Ama, en azından kuramsal olarak, gördüklerimizin hemen hepsi şarlatan diye, hepsi böyle olmak zorunda değil. Belki de aralarında gerçekten doğruyu savunup da dışlananlar vardır. Nereden bileceğiz? Bilebilir miyiz?
Ülser örneği
Nobel Tıp/Fizyoloji Ödüllü hekimler Barry Marshall ve Robin Warren herhalde bu konuda en çok verilen örnektir. Bu örneği değerlendirmek istiyorum.
Bu iki Avustralyalı bilim adamının araştırmalarından önce mide ülserinin bir bakteriden kaynaklandığına ihtimal verilmiyordu. Genel inanış, Marshall ve Warren’in görüşlerine bilim dünyasının ilk başta burun kıvırdığı, hattâ bunları alay konusu yaptığıdır.
Amerikalı hekim Dr Kimball Atwood bu konuda güzel bir inceleme . Atwood’un incelemesinden görüyoruz ki Marshall ve Warren, araştırmalarını ilk olarak 1983 ve 1984’te, en saygın tıp dergilerinden biri olan The Lancet’te yayınlama imkânı buluyorlar. Bu yayınlarda mide iltihabı (gastrit), mide veya on iki parmak bağırsağı (duodenum) ülseri geçiren hastalardan alınan doku örneklerinde bu bakterinin varlığını gösteriyorlar. Ayrıca bu bakterinin o güne kadar bilinenlerden ayrı bir tür olduğunu ortaya koyuyorlar ve ona Campylobacter pylori adını veriyorlar. Bu isim daha sonraları Helicobacter pylori olacaktır.
Bu yayınlardan sonra bu bakteriye dair yayınların sayısı fırlıyor. Dünyanın dört bir yanından araştırmacılar, kendi hastalarının midelerinde bu bakterinin varlığını doğruluyorlar.
Ne var ki sindirim sistemi aslında zaten bakteriyle dolu olduğundan bu bakterinin hasta midede varlığını göstermek, bakterinin hastalığa sebep olduğunu göstermeye yetmiyor. Sebebiyetin ispatı için Koch postülatı denen dört maddelik bir deney listesinin tamamlanması lâzım, ancak bu da kolay iş değil. Marshall, buna yönelik bir deneme ile bakteriyi kendi çorbasına karıştırıp bekliyor. (Marshall’in BBC ile söyleşisinden bu konudaki anılarını en alttaki aygıttan dinleyebilirsiniz.) Ama ortaya çıkan, iki haftalık hafif bir mide rahatsızlığından öteye gitmeyince Koch postülatının sağlanmadığını Warren bizzat kabul veriyor.
O zaman Warren ve Marshall başka bir yol deniyorlar: Eğer bu bakteri ülsere sebep oluyorsa, onu durduran ya da öldüren (antibiyotik) ilâçların ülseri tedavi etmesi lâzım. Ama burada da bir sorun var: Ülser, antibiyotik ilâçlar olmadan da büyük oranda tedavi edilebiliyor. Asıl mesele, tedavisinden sonraki iki yıl içinde ülserin tekrar etmesi. Antibiyotik ilâçların bu tekrarı önlemesini bekleyen araştırmacıları uzun bir klinik deney bekliyor: Ülser hastalarını bulacaklar, ülserlerini tedavi edecekler, sonra her hastayı iki sene boyunca takip edip ülser tekrar etti mi görecekler!
Bu uzun ve zahmetli deneyin sonunda, ikili antibiyotik tedavisinin ülser tekrarını ciddi oranda düşürdüğünü gören araştırmacılara bir de üçlü antibiyotik tedavisi yapan bir başka grubun daha da güçlü sonuçları destek çıkınca, tıp dünyası artık bu bakterinin ülserden sorumlu olduğuna ikna oluyor. ABD sağlık kurumlarının 1994 ve 1997 tarihlerindeki tavsiyeleriyle de ülser tedavisinde antibiyotik kullanımı standart haline geliyor.
Warren ve Marshall’ın çalışmalarına yönelik eleştiriler, başkalarına gösterilmiş eleştirilerden farklı olmadığı gibi, araştırmacılar kendi çalışmalarını da bizzat aynı şüphecilik ile karşılayarak daha çok soruyu cevaplıyor ve daha nitelikli bilimsel delillere ulaşıyorlar.
Warren ve Marshall’ın çalışmalarından bir bilim insanı adayı aldığım ders şu: Bir keşfin bilim dünyasına kabul ettirilmesi için çok çalışarak birden çok delil sağlamak gerekiyor. Bu esnada sağladığımız delillerin gerçekten neyi ne kadar doğruladığını, hem kendi kendinize sorgulamak, hem de diğer bilim insanlarından gelen katkı ve eleştiriler doğrultusunda değerlendirmek zorundayız. Bu kolay bir iş olmamakla beraber, gerçeğin peşindeki bir bilim adamının yapması gereken budur.
John Lykoudis vakası
İşin daha ilginç bir yanı daha var: Warren ve Marshall’ın bu örnek çalışmaları, bu konudaki en güçlü delilleri sağlamakla beraber, ilk değil.
Bu araştırmalardan 20–30 yıl önce, Yunan hekim Dr John Lykoudis, Marshall ve Warren’in yaptığını yapmış, ülserli hastaları antibiyotik ile . Lykoudis’in kendi anlatımına göre bu tedavi başarılı görülüyorsa da bu deneyin nasıl yapıldığını ve değerlendirildiğini bilmiyoruz. Hayatının geri kalanında bu tedavi yönteminin yaygınlaştırılması için çaba harcayan Lykoudis, dönemin sağlık bakanı ile bile yazışarak antibiyotik tedavisinin sınanmasını istemişse de çaldığı her kapı yüzüne kapanmış.
Warren ve Marshall’ın sabırlı ve uzun çalışmalarından farklı olarak Lykoudis’in elinde yalnızca -niteliği belirsiz- bir klinik deney var. Lykoudis, ülserden bir bakterinin sorumlu olduğunu düşünüyorsa da buna yönelik bir çalışması yok. Belki de dönemin laboratuvar imkânlarıyla Lykoudis’in hipotezi için delil sağlamak mümkün değildi.
Delilleri güçlü olmasa bile, madem ki Lykoudis bu yöntemle hastaları tedavi etmeyi başarmış, neden hipotezi araştırılmamış ve sınanmamış?
Bugün geriye baktığımızda Lykoudis’in hipotezinin doğru olduğunu görüyoruz. Ancak o günlerde yaşıyor olsaydık, Lykoudis’inkine benzer onlarca, hattâ yüzlerce hipotez arasında seçim yapabilmek zorunda kalacaktık. Bunun için tek dayanağımız, araştırmacının sağladığı delillerin gücü ve niteliği olacaktı — ki bunlar Lykoudis vakasında çok iyi değildi. Dolayısıyla bunu diğerlerinden ayırt etmemiz mümkün olmayacaktı.
Sonuç
Warren ve Marshall ikilisinin Lykoudis’ten farkı, bence aykırı, beklenmedik tezler öneren bilim insanlarının neyi neden yapması gerektiğini özetliyor: Kendi tezlerini birçok yönden sınayarak onları bilim dünyasına benimsetecek deliller sağlamak ve böylelikle belirsizlik içindeki diğer hipotezlerden sıyrılmalarına yardımcı olmak. Bunu yapanları bugün büyük kâşifler veya mucitler olarak tanıyoruz. Yapamayanlar, maalesef doğru olsa bile görüşlerinin farkını ortaya koyamıyor ve sahneden çekiliyorlar.